Nisan 22, 2010

KARŞIDEVRİM

Lider Kimdir?
İngiliz gazeteci, Sina Dağı'nda karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar:
"Sence lider kimdir?"
Bedevi;
"Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir miyim?" der.
Gazeteci; "Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.
Bedevi anlatır;
"Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır.
Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır.
Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki. Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.
Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar.
Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırını alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.
Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır.
Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rüzgarın oluşturduğu kum sağnağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır.
Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:
'Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin?' der.
Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve
'Peki, başını çadıra sokabilirsin. ' diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.
Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır;
'Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.'
Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'Peki' der Bedevi.
Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır;
'Efendi, ne olur, hörgücümü de çadıra sokmama izin ver.'
Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır.
Bu duruma, Bedevi'den önce, deve tepki gösterir;
'Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan.'

'Lider kimdir?' demiştiniz; bu hikayeyi mesnet alarak cevap vereyim;
Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır."
Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, Cumhuriyet Devrimleri'nin kırsala uzanan kollarını kopardı.
Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı.
Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.
Sonraki lider Demirel; Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.
Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.
Sonraki lider Sayın Özal; zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.
Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokülünün liste başındaydılar.
Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgar gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.
Ecevit, Bahçeli, Yılmaz'lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.
Özetle;
Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra girmesine izin verdiler.
İzin vermenin ötesinde teşvik ettiler.
Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:

1) Türkiye; '10 Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 70 yıl geçirmiştir.
2) Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamaları nı, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine 'vurmak' üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.
3) Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası 'teokratikleştirilmiştir' ve 'teokratikleştirilmekte' dir.
4) 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 84 yıl süren bir 'Karşı devrim' ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.
Son söz: "Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir."
'Deve' deyip geçmeyin; kini çok derindir.
Sizi çadırın dışına atacak kadar.

Fikri Nafiz Ayyıldız
22.04.2010

Nisan 11, 2010

Yılmaz Erdoğan’ın kafası niye karışık? - Soner Yalçın

Sanatçı Yılmaz Erdoğan son dönemlerde televizyon ekranlarında sıkça görülüyor. Siyasal meseleler üzerinde konuşmaktan çekinmiyor. İyi de yapıyor. Sanatçı ülkesinin meselelerine duyarlı olmalıdır. Yalnız bazı siyasal kavramlar konusunda Yılmaz Erdoğan’ın kafası karışık görünüyor. Karışıklık sadece ona ait değil. Bir “alerjik” durum var kimi Kürt aydınında...


KİMSENİN akıl hocalığına soyunacak değilim.
Düşünmenin öğrenilebildiğini bildiğim için yazıyorum.
Yılmaz Erdoğan “özgürlük” tanımını yanlış kullanmaktadı r. Yalnız değildir, çoğu “solcu” aynı hataya düşmektedir. Solculuğu bilmemektedirler!
Yok hayır, Marksist terminolojiye sarılıp, özgürlük tanımı yapacak değilim.
İkna etmek için hemfikir olacağımız bir kaynağa başvuracağım; Türk Dil Kurumu sözlüğündeki “özgürlük” tanımını aktaracağım:
1) Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu; serbesti.
2) Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu; hürriyet.
Bu tanıma göre bir sonuca varmak gerekirse, bir toprak ağasının kölesi ya da bir şeyhin müridi özgür olamaz.
Yani siz istediğiniz kadar Kürt açılımı yapın, istediğiniz kadar Anayasa’yı değiştirin; bu ekonomik ve toplumsal feodal yapıyı kırmadığınız sürece özgürleşmeyi sağlayamazsınız.
Bunu ben demiyorum; Türk Dil Kurumu’nun “özgürlük” maddesi söylüyor!
İsterseniz konuyu biraz daha açalım...
‘Politik körlük’
Birkaç gündür, Yılmaz Erdoğan gibi bazı Kürt aydınlarının, Kürt açılımı ve Anayasa değişikliğini nasıl bu kadar basite indirgeyip bir “özgürleşme” meselesi haline getirdiklerini şaşırarak seyrediyorum. Buna hemen “politik körlük” demek istemiyorum. Yılmaz Erdoğan’ı önemsiyorum. Ama şurası da bir gerçek ki, ülkemizde ideolojik saf, teorik bilgiyle/bilinç le değil, duyguyla belirlenmektedir. Yani içgüdüseldir. Siyasal pozisyon belirlemede kültürel kimlikler hayli etkin rol oynamaktadır!
Oysa bilimsel düşünmek, kavramlarla düşünmektir.
Devam edeyim...
Kendini hâlâ “solcu” olarak tanımlayan kimi Kürtlerin, Kemalist Devrim olgusuna çarpık/ şaşı baktığı sır değil.
Önyargılıdırlar.
Oysa anlamak için teori gerekir. Meselelerin teorik çerçevesini çizemedikleri için, her esen rüzgârdan etkilenmekte ve bunun sonucu hep savrulmaktadı rlar.
Kafaları karışıktır:
Kendilerini kandırmasınlar. Kemalist Devrim’e karşı çıkıp, mevcut Kürt Açılımı’ndan ya da Anayasa değişikliğinden yana olmanın solculukla hiçbir ilgisi olamaz. Nasıl mı?
Kimi dincilerin.. .
/_np/8251/10328251.jpg
Kimi liberallerin. ..
Ve kimi Kürtlerin...
Bugünkü sorunların temeli olarak gördükleri Kemalist Devrim nedir?
Kemalist Devrim, sırtını emperyalizme dayamış ortaçağ kurum ve ilişkilerine son vermeyi hedeflemiş bir burjuva devrimidir.
Başta Fransız İhtilali olmak üzere, her burjuva demokratik devriminin hedefinde nasıl feodalizm ve feodalizmin en büyük dayanağı bağnaz dincilik varsa, Kemalist Devrim’in hedefinde de bunlar vardır.
Yani toprak ağalığına ve din şeyhlerine karşı çıkan anlayış salt Kemalist Devrim’in niteliği değildir. Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi, Meksika Devrimi ya da benzerlerinin Kemalist Devrim’den pek farkı yoktur. Bu devrimler, özgürlük ve bağımsızlığın ancak ortaçağ karanlığının yıkılmasıyla kazanılacağını savunagelir. Feodalizmi tüm gerici kurumlarıyla birlikte yıkmadan bağımsızlığın ve özgürleşmenin olamayacağını bilir.
Çatışmanın nedeni
Bu olgular ortadayken, Kürt Açılımı ve Anayasa değişikliğini, Cumhuriyet’in devrimci kazanımı olarak görebilir miyiz?
Yoksa bunlar karanlık ortaçağ feodalizmin zaferi midir?
Devam edelim...
Mustafa Kemal 1925’te dedi ki:
“Ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz”. Kemalist Devrim’in felsefesidir bu sözler. Tekke ve zaviyeleri kapatan bu aydınlanmacı hareket, aynı yıl, yani 1925’te 442 sayılı Köy Kanunu’nu çıkardı. Bu, eşraf ve ağaların iktidarına son verip köylüleri esaretten kurtaran toprak reformunun ilk yasasıydı.
Aynı zamanda bu kanunla köylü kadına, köy seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanıyarak onun özgürleşmesi yolunda da önemli bir adım atıldı.
Ve işte bu nedenle o yıl...
Devrimciler ile gericiler arasında hesaplaşma kaçınılmaz oldu:
Derebeylik düzeninin devam etmesini isteyen Şeyh Said İngiliz desteğini de arkasına alarak ayaklandı.
Kürt olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı.
230 köye hükmeden, bu topraklardan geçenlerden “ayak bastı” parası alan, yani Şeyh Sait gibi “devlet içinde devlet” olan Seyid Rıza da ayaklandı.
Alevi olduğu için değil, gerici olduğu için ayaklandı.
Diğer türlü düşünmek paradokstur: Bugün ya Kemalist Devrim’in safında olursunuz ya da Şeyh Said’lerin, Seyid Rıza’ların...
Bugün etnik-mistik aidiyetle Şeyh Said’lere, Seyid Rıza’lara kutsiyet vererek Kürtleri de, Alevileri de özgürleştiremezsiniz. Kimseyi kandırmayın.
Toprak ağasını parti başkanı yaparak, cemevlerinde ibadet hakkı alarak ne Kürt’ü ne de Alevi’yi özgürleştirebilirsiniz . Bu olsa olsa feodalizmin başarısı olur.
Şunu da belirtmeliyim: Meselenin bir başka yönü daha var ve hep bunu ileri sürüyorlar.
Yoksul köylü unutuldu
Evet, her devrimde olduğu gibi şiddetin biricik çözüm olduğunu düşünen devrimci kadrolar var oldu.
Her devrimde olduğu gibi şiddet kullanımında acı olaylar yaşandı. Masumlar da öldü. Ocaklar da söndü.
Kuşkusuz bu acı hal, devrimci öncülerde de umut kırıklığı yarattı ve Kemalist Devrim başarılı olamadı. Doğu’da, ne istenilen şekilde toprak reformu yapabildi, ne de laikliğin kökleşmesini sağlayabildi.
Bunun temel nedeni, 13 gerici isyanın bastırılması sırasında Halk Partisi içindeki şiddet yanlılarının güçlü hale gelmeleridir. Ve bu kadrolar sürekli isyanlar nedeniyle Kürt köylülerine güvenemediler. Ağalara, şeyhlere karşı yoksul köylülerle işbirliği yapamadılar.
Hani bugün deniyor ya “Atatürk diktatördü, her istediğini Meclis’te yaptırıyordu!” Oysa Atatürk, ne 1925’teki Köy Kanunu’yla, ne de 1934’teki İskân Kanunu’yla, toprak reformunu istediği şekliyle Meclis’ten geçirebildi. İskân Kanunu TBMM’de tam iki yıl bekletildi.
Mustafa Kemal arzuladığı toprak reformunu yapamadan vefat etti. Kemalist Devrim tamamlanamadı .  Diğer yanda bugün...
Adına istediğiniz açılım adını verin.
Ya da Anayasa istediğiniz değişikliklerle kabul edilsin. Yoksul köylünün sorunu yoktur bu değişimlerin, açılımların içeriğinde. Ağaların, şeyhlerin elinden yoksul köylüleri kurtaracak, onları özgürleştirecek bir çözüm sunulmamaktadı r. Bu ağalık rejimi Kürt kadınını da berdele mahkûm etmektedir.
Kürt aydını bunu analiz edememektedir. Açılımı, değişimi “özgürlük” sanmaktadır.
Çünkü, Kemalist Devrim’in niteliğini ve felsefesini anlamaktan uzaklaşmıştır.
Kemalist Devrim’in önce dondurulduğunu, sonra totalitarizmin askeri darbeleriyle şekilciliğe indirgenerek gericileştirildiğ ini görmek istememektedir. Toptan reddetme kolaycılığına kaçmaktadır.
Oysa bugün, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği kuracak tarihimizdeki yegâne proje 1920’lerin Kemalist Devrim projesidir.
Bugün bunun dışındaki çözümler emperyalizm ile feodal beylerin işbirliği halinde sundukları gerici projeleridir.
Toprak ağaları ve dinci şeyhlerin feodal iktidarını hedef almayan Kürt Açılımı ya da Anayasa değişiklikleri özgürleşme sağlayamaz. Feodalizmin olduğu yerde özgürleşme olmaz.
Teorisiz kafa karışıklığıyla, yanlış yapılan “özgürlük” tanımlarıyla, ancak feodal ortaçağ gericiliğinin kuklası olunur.
Ne solcu kalınabilir ne de sanatçı olunabilir.
Dost acı söyler...

Soner Yalçın – 11.04.2010

Nisan 07, 2010

İŞTE ATATÜRK BU...

Bugünlerde herkes Atatürkçü!.. Atatürk'ün yeminli düşmanlarından, Kemalizm'i modası geçmiş bir üst yapı devrimciliği sayan tuzu kuru şematik ilericilere kadar herkes, koro halinde Atatürkçülük yapıyor.

Biz, oldum olası Kemalizm'i, antiemperyalist bir olgu olarak gördük ve ilerici düşüncelerimizin odak noktasına Kurtuluş Savaşımızın ulusçu ve devrimci geleneğini yerleştirmeye çalıştık. Bizler her dönemde bu düşünceleri savunurken, şeriatçı, ırkçı, ümmetçi, kafatasçı çevreler ile "Asya tipi üretim biçimi" diye başlayıp, Osmanlı despotizmini toplumculuk sayan teorik mezhepçilik, Kemalizm'i hep aşağılamaya çalıştı. Örnekler ortada, örnekler gazete sayfalarında, örnekler kitaplarda!. .

İlk Meclis'in gizli tutanakları geçen aylarda yayınlandı. Bunlar cilt cilt önümde duruyor. Bunları okuyor, Kemalizm'i, Atatürkçülüğü yasakçı bir düzen sayanlara, Atatürk'ün gizli tutanaklardan aktaracağım ve de gazetelerde ilk kez çıkacağını sandığım şu düşünceleri armağan etmek istiyorum.

Önce gizli tutanağın cilt ve sayfa numaralarını vereyim:

TBMM Gizli Celse Zabıtları, Devre: I, İçtima I, Tarih: 22.1.1921.i, 31, C: 3. Sayfa 334...

Atatürk'ün komünist düşünceleri suç sayıp saymama konusunda gizli oturumda söyledikleri şunlar. Konuşmadaki eski sözcüklerin yerine yenilerini koymaya çalışarak aktarıyorum:

"- Efendiler, iki türlü önlem alınabilirdi. Birisi doğrudan doğruya komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri Rusya'dan gelen her adamı derhal denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gelmiş ise, sınırın dışına atmak gibi zorlayıcı, şiddetli, kırıcı önlem kullanmak... Bu önlemleri almak, iki noktadan yararsız görülmüştür. Birincisi, iyi ilişkilerde bulunmayı gerekli saydığınız Rusya Cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Eğer böyle zorlayıcı önlem uygularsak, o halde kayıtsız koşulsuz Ruslar'la ilişkide bulunmamak gerekir. Oysa biz, birçok siyasal düşünce ile birçok neden ve etkenden dolayı Ruslar'la temas ve ilişkide bulunmak ve görüşmek istedik ve istiyoruz ve isteyeceğiz. O halde uygulayacağımız önlemlerde dostluğunu istediğimiz bir ulusun, bir hükümetin ilkelerini tahkir etmemek zorundayız. İşte bunun içindir ki zorlayıcı önlem kullanmak istemedik. İkinci bir noktadan da zorlayıcı önlem kullanmayı yararlı görmedik: Bildiğiniz gibi bu düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmayan kuvvetle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka, herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir kişiyle, herhangi bir düşüncesini kuvvet zoru ile reddederseniz, o ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bunda dolayı, düşünce akımları cebir ve şiddet ve kuvvetle reddedilmez. Tersine takviye edilir. Buna karşı en etkili çare, düşünce akımına karşı düşünceyi oluşturmak, düşünceye düşünce ile karşılık vermektir. Bundan dolayı, komünizmin memleket için, milletimiz için, dinimiz için, kabul edilmez olduğunu anlatmak, yani kamuoyunu aydınlatmak en yararlı çare görülmüştür..."

Evet, Atatürk budur; Atatürkçülüğün 1921 yılında bu duyarlı konuya bakış açısı budur! Kaldı ki, aradan geçen altmış yıl içinde dünyada birçok baş döndürücü değişim olmuş, çeşitli devletler arasında çok yönlü ilişkiler oluşturulmuştur. 1980'lerde, yasakçı bir düzeni Atatürkçülüğe dayanarak savunmanın olanağı yoktur. Çünkü Atatürkçülük, Atatürk'ün sözlerinden ayrı bir siyasal sistem olarak değerlendirilemez. Atatürk ne dediyse, Atatürkçülük odur!

Kemalizm, Atatürkçülük, bir tek sözcükte özetlenebilir: Bağımsızlık!.. Bu bağımsızlık içinde, her türlü düşünce akımına özgürlük sağlamak Atatürkçülüğün temel ilkelerindendir.

Bir başka ülkenin başkentinden yönetilecek komünizm de, sosyalizm de, kapitalizm de ülke bağımsızlığına ve Atatürkçülüğe aykırıdır! Ancak, tıpkı öteki NATO ülkeleri gib, şiddet kullanmamak ve şiddet yöntemlerini savunmamak koşulu ile her düşünceye anlatım ve örgütlenme özgürlüğü sağlamak, Atatürk'ün 1921 tarihindeki düşüncelerine tıpatıp sağlamaktadır.

Atatürk sosyalist değildi, doğru... Kemalizm ve Marksizm çok ayrı kavramlardır; bu da doğru... Bunların yanında bir başka doğru daha vardır: O da Atatürkçülüğün "McCartizm" demek olmadığıdır.
Uğur MUMCU - Cumhuriyet, 3 Ekim 1980 ( Uyan Gazi Kemal! )

Nisan 03, 2010

496 Sahra Topu - 56 Leopar Tank - 28 Dolar Milyarderi

Bu ifadelerin birbirinden sanki aralarında bir bağlantı yokmuş gibi duruyor olduklarına bakmayın. Tarif edemeyeceğim kadar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır.

Bizim geveze aydınımıza Batıya bağımlılığın ülkemize verdiği zararlardan söz ederseniz, hemen cevabı hazırdır. Teknoloji efendim, teknoloji der. Sermaye onlarda, teknoloji onlarda medeniyet onlarda eliniz mahkûm onlara biat edeceksiniz.

Olay 1826’da başladı. Osmanlı yönetimi Batının telkinleri ile Yeniçeri Ocağından kurtulmaya karar verdi. Tıpkı bugünkü gibi Batının Türk Ordusu üzerinden yaptıklarına çok benzer.

26 Bin Yeniçeri kılıçtan geçirildi. II. Mahmut Prusya Kralı Frederik’ten ordunun sözüm ona modernizasyonu için yardım talep etti. Uzatmayalım aradan fazla bir zaman geçmedi. 1877 Osmanlı Rus Savaşında Osmanlı Ordusu telef oldu. Yeniçeri birikimi de berhava edilmiş olduğu için Osmanlı Ordusu hepten bitti.

Osmanlı yönetimi hala akıllanmadı. Kızıl Sultan 1877 bozgununu telafi etmek için Almanlara 496 sahra topu sipariş eti. Alman metalürji sanayi o tarihlerde bu büyüklükte siparişi karşılayacak kapasitesi yoktu. Yeni yatırımlar gerekiyordu. Paçalarını sıkıp metalürji sanayini geliştirdiler ve siparişleri karşıladılar. Krupp Firması bu şekilde ortaya çıkmıştı. Yani Osmanlı ne yapı etti. Almanlara bir metalürji sanayi hediye etti.

Bu alış verişlerden sadece Alman sermayesi kazanmıyordu. Almanlardan alıp Osmanlıya satan Osmanlı ticaret erbabı da kazanıyordu. Osmanlı ticaret erbabı zenginleşiyor, ama üretime yatırım yapmıyordu.

Tıpkı bu günlerde olduğu gibi. Türkiye’nin yerli bir otomobil sanayisi yoktur. Otomobil teknolojisi artık harcıâlem bir teknolojidir. Türkiye’de oto yapacak bilgi alt yapısı mevcuttur. Fakat kendimize ait bir otomotiv sanayimiz yoktur. Emperyalizmin müsaade ettiği ölçüde onların verdiği bilgi paketleri çerçevesinde onların gözetiminde oto yapılır. Bize de tamiri kalır. Gerçi şimdilerde onu bile bize bırakmıyorlar.

Bizim zenginimizin 1826’daki zihniyeti ne ise bu gün de odur. O zaman 496 sahra topu sipariş eden düşünce bugünde, sahra topunun gelişmişi olan Leopar tanklarını sipariş etti. Tanesi 2 milyon dolar. Kadere bak!

Batının otomobillerini Türkiye’ye pazarlayan 28 dolar milyarderlerimiz ülkemize bir oto sanayisi hediye etmezler. Bir de dönüp bize akıl verirler, teknoloji onlarda, para onlarda, bilgi onlarda diye.

İran otomobilini kendisi yapıyor. Tankını kendisi yapıyor. Uçağını kendisi yapıyor. Din bizi geri bıraktırdı, sanayimizi geliştirtmedi diyen Tanzimat aydını hala İran ile uğraşır. İran’ın bizden bir tek farkı var. Bağımsızdır. IMF, OECD, DB, Gümrük Birliği Avrupa Birliği ve NATO’su yoktur.

Ama hepsinden önemlisi 28 tane Batıya bağımlı dolar milyarderi yoktur.


Bülent Esinoğlu - 03.04.2010