Mart 25, 2011

Yol haritası!


Darbeci cumhurbaşkanı:
"Kürt diye bir şey yoktur, dağlarda karda yürürken kart kurt diye sesler çıkar, bunların ismi ordan geliyor."
*
Tombul başbakan:
"Üç beş çapulcu bunlar..."
(Bodrum’da tatildeydi o sırada. Ayağında Hawaii şort vardı.)
*
Kadın başbakan:
"Çakıl taşı bile vermeyiz..." (Oğlu, Boğaz’da yaptı askerliğini.)
*
Çoban cumhurbaşkanı:
"Kürt realitesini tanıyoruz." (Dün dündür!)
*
Yavaş konuşan başbakan:
"AB yolu Diyarbakır’dan geçer." (Yol haritası!)
*
Kasketli başbakan:
"Apo’yu niye bize verdiler inanın ben de bilmiyorum."
(Öğrenemeden vefat etti.)
*
İmam başbakan:
"Tutturmuşlar sınır ötesi diye, içerdeki 5 bin terörist bitti mi ki dışarıdaki 500’le uğraşalım?"
*
İmam başbakan:
"Askerlik yan gelip yatma yeri değildir canım kardeşim..."(Oğlu, dövizli askerlik yaptı.)
*
Kart kurt diyen cumhurbaşkanı:
"Artık bir Kürt devleti var... Kaç senesi var bilmem, Türkiye eyalet sistemine geçebilir... DTP Meclis’e girmeli, yumuşar. Leyla Zana ile görüşebilirim."(Aferin.)
*
George Clooney cumhurbaşkanı:
"Tarihi fırsat var."
*
İmam başbakan:
"Kürt açılımı başlatıyoruz."
*
Zaman ne çabuk geçiyor di mi?
*
"Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim, her şeyimi uğruna boş yere mi verdim, yalan sözlerle aldatıp seninim derdin, her şeyimi uğruna boş yere mi verdim..." (Kürdili hicazkar!)
*
Sanırım, son 25 yıllık iktidarlara oy verip de, keşke elim kırılsaydı demeyen tek seçmen kitlesi DTP’ye oy verenlerdir. .. Çünkü bi tek DTP milletvekilleri aldığı oyun hakkını verdi.
*
Asıl realite budur.

Yılmaz Özdil  1 Ağustos 2009

Mart 23, 2011

TEFESSÜH/ ÇÜRÜMÜŞLÜK - RİFAT SERDAROĞLU

Bugün size iki sanatçı hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum.  Sonrasında sizlerden, yaşam kalitemizin, sosyal ilişkilerimizin,  insanları değerlendirme ölçümüzün,  kültür düzeyimizin ve   gençlere örnek olma görevimizin hangi yöne gittiğine dair karar vermenizi rica edeceğim;

*İbrahim Tatlıses;
Şanlıurfada inşaatta çalışırken, sesinin güzelliği sayesinde İstanbula gelen ve  meşhur olan,  eğitimi olmayan bir sanatçı. Buraya kadar muhteşem bir başarı örneği. Normal eğitiminin yanında müzik eğitimi de almayan bu insan çok kısa zamanda paraya, şöhrete kavuşuyor


Yaşam tarzı olarak, hareketli bir hayat yaşamayı tercih ediyor.
Özellikle  Baba denilen  kişilerle ve yer altı  alemiyle  çok içli oluyor.
Belli başlı olayları şunlar;
*1990 da kokain operasyonu sanığı, 4 sene sonra beraat etti.
*1990 da Maksim Gazinosunda, ayağından  kurşunlandı.
*1996 da Şanlıurfa da Ahmet Toptanla tartıştı, yeğeni Fevzi Tatlı, adamı öldürdü.
*1998 de arabası kurşunlandı. Arabasını kurşunlattığı iddiasıyla, eski menajeri Hasan Boranın  adamı  Abdullah Uçmak(Son olayda kendisini vurduran diye suçlanan adam) kurşunlanarak yaralandı.
*1998 yılında Hasan Boranın müzik şirketi Oğlu Ahmet Tatlı ve adamları tarafından basıldı.
*2000 yılında iki adet ruhsatsız silah yüzünden gözaltına alındı.
*2002 de Derya Tuna bacağından vuruldu.
*2003 de Asena bacağından vuruldu.
*Sauna Çetesi üyeliğinden 18 yıl hapis istemi ile yargılandı.
*Barzaninin desteği ile Kuzey Irakta, inşaat işi aldı, ortağı ile arası bozuldu.
*Abdullah Uçmak ve adamları tarafından, az rüşvet verdiği için Kalaşnikof otomatik tüfekle vuruldu. Olaya  PKKnın vurucu timi TAK adlı şebekenin de katıldığı Emniyet yetkililerince ifade edildi.
*Haziran ayında yapılacak genel seçimde, Şanlıurfadan AKP adayı olacağı belirtilen Tatlısesin PKK tarafından Ya BDPden ya da Bağımsız aday ol şeklinde yönlendirilmeye çalışıldığı ve saldırının bu yüzden gerçekleştirildiği ileri sürüldü.
*20 yıllık hayat arkadaşı Derya Tuna ile, 11 yıllık sevgilisi Ayşegül Yıldız, hastane koridorlarında birbirlerine fah.şe diye bağırarak kavga ettiler.
*Doktorların dediğine göre sağlık durumu iyiye gidiyor


*Sevim Tanürek; 

1934 yılında doğan Türk Sanat Müziği Sanatçısı. 1950-1959 yılları arasında TRT Ankara Radyosunda çalıştı. Daha sonra TRTden ayrılarak sahne çalışmalarında bulundu. Çok sayıda 45lik plak doldurdu.
Türk Sanat Müziğinin ve sahnelerin hanımefendi sanatçısı. Sanat hayatı boyunca hiçbir kötü olayın içinde bulunmadı.
11 Mayıs 1998 günü İstanbul- Şişlide kırmızı ışıkta durmayan bir araç tarafından, yaya geçidinde iken ezildi ve 5 gün sonra vefat etti. Sevim Tanüreke çarpan ve ölümüne sebep olan kişi, o tarihte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan 
R. T. Erdoğanın oğlu Burak Erdoğandı.  Kaza sonucu bir ölüm yaşanmasına rağmen, Burak bir gün dahi hapis yatmadı, gözaltına alınmadı ve mahkemeye bir kere bile çıkmadı. Derhal İngiltereye gönderildi. Adli Tıp Trafik İhtisas Dairesi Buraka kusursuz raporu verdi. Raporu veren dairenin başkanı, daha sonra Türkiye Deniz İşletmeleri Genel Müdür Yardımcılığı görevine getirildi. Rahmetli Sevim Tanürek ise, 8/8 kusurlu bulundu!...

Birinci kişinin Otomatik Tüfekle vurulma olayı gerçekleştiği andan itibaren tüm televizyonlar, medya kuruluşları aralıksız İbo Show oldu. Her kanalda, her gazetede bu olay vardı. Arkasından hastanedeki  gösteriler başladı.
Önce Başbakan talimat verdi; Ne gerekiyorsa derhal yapın dedi. Aynen hesaplar benden diyen kabadayı tarzıyla!.. Sonra Başbakan Yardımcısı ve
Şivan Perver kod adlı  Kürtçü-Bölücünün dostu Bülent Arınç hastaneye gitti ve Tıp Literatürüne girecek açıklamayı yaptı; Kendisini gördüm, uyuyordu, doktorlardan uyandırılmamasını rica ettim dedi. Tüm Bakanlar, eski yeni siyasetçiler, sokakta görseler birbirlerinin boğazına sarılacak sanatçılar, Urfadan hemşerileri İboya uzanan eller kırılsın sloganıyla hastane bahçesini işgal ettiler.
Seyyar satıcılar akın ettiler, önemli bir sağlık kuruluşu olan hastanenin bahçesine çadırlar kuruldu, canlı yayın araçları getirildi. (Dünya bu arada Nükleer sızıntı, tusunami faciasını ve ölen on binlerce insanı konuşuyordu)

İki gün sonra, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü, sanatçıyı ziyaret ettiler ve kendilerine el salladığı için çok duygulandıklarını söylediler!...
Sonra şu açıklamayı yaptılar; 
İbrahim Beyi yüzümüz ak olarak ziyaret etmek istediğimiz için, suçluları yakalayıp da geldik, bu yüzden iki gün sonra geliyoruz, bizi yanlış anlamayın!..

Elbette ki bir sanatçının, bir Türk vatandaşının, bir insanın  silahlı saldırıya uğrayıp yaralanması bizi de üzer. Ama el insaf, sanki Türkiyeyi uçurumdan kurtaran milli bir kahraman saldırıya uğramış!..
Adamın yaşam tarzının kalitesi belli, arkadaşları belli, işi belli. Emniyetin resmi kayıtlarına intikal eden olaylardan bazılarını yazdım, adam vurdurma var, vurulmak var, dükkan basmak var, beraber olduğu kadınları vurdurmak var. Adam bizzat kendisi vurulacağını biliyor ve Savcılığa şikayetçi oluyor. Ne bekleniyordu ki?
Su testisi su yolunda kırılırmış. 
Şimdi siz cahil ve genç yaşta bir delikanlı olsanız, İboya özenmezsiniz de kime özenirsiniz, kime benzemek istersiniz?  Ciddi  TV Kanalları, kendilerine ankorman dedirten yılların habercileri bile 45 dakikalık haber bültenlerinin 30 dakikalarını bu olaya ayırdılar, hem de günlerce


Araştırmacı gazetecilere bir görev veriyorum; Amerika Başkanı Kennedy suikastını araştırsınlar, Amerikan Televizyonları, Kennedy öldürüldüğünden itibaren 3 gün içinde, bizimkilerin İboya ayırdıkları kadar zamanı Kennedy için ayırdılar mı, ayırmadılar mı?..

İbrahim Tatlısesi vuranları yakalamak için tüm imkanlarını seferber eden, 30 ayrı ekip kuran Emniyet teşkilatının bağlı olduğu İçişleri Bakanlığı, aynı hassasiyeti, Hakkaride  görev yapan Polisimizi, yüzlerce kişi tarafından öldüresiye dövüp yol kenarına atan aşağılıkları bulmak için gösteremez mi?  Polislerin kabahati meşhur olmamaları mıdır, yoksa Başbakanın partisinden aday olmayı düşünmemeleri midir?

Dün; Diyarbakırda, İstanbulda Nevruz kutlamaları bahane edilerek, bebek katilinin posterleri taşındı, PKK paçavraları taşındı, Türk Bayrakları, Türk Parası yakıldı ve isyan provası yapıldı. Açılım mucidi AKP Hükümeti bunları görmedi


Türkiyede bu aziz vatan için canını veren binlerce kahramanın yakınlarının; Bacağını, gözünü feda eden binlerce gazilerimizin  ve yakınlarının ve kendi halinde nafakasını temin etmek için çalışan milyonların bu Yalaka yayınlar  ve siyasetçilerin insanın içini bulandıran  ikiyüzlü davranışları için neler düşündüğünü tahmin edebiliyor musunuz?  Reytinginiz batsın


Şimdi gelelim yazının başında ki paragrafa;
Bilimin, Tecrübenin, Gerçek Sanatın ve Sanatçının itibarının olmadığı,
Saygının, sevginin, yardımlaşmanın, dostluğun esamesinin okunmadığı,
Çağdaş yaşamın, kültürümüzün, gelenek ve göreneklerimizin unutulmaya yüz tuttuğu,
Milli Kurumlarımızın ve değerlerimizin her gün örselendiği,
Kutsal dinimizin bir ticaret ve siyaset malzemesi yapıldığı,
Göz göre göre çevre katliamına bizzat hükümet tarafından yol verildiği,
Bazı siyasetçilerin kabadayı tavırlarıyla, Polat Alemdar figürünün
kafasına sıkarım  davranışıyla,  gençlerin idolü  oldukları,
Devlet protokolündeki Sıkmabaşlı Bayanların Türk Kadınının temsilcisi olduğu,
TBMM de, iki veya üç hanımlı 50 kadar milletvekili  olan  ve İslam Cumhuriyeti tipi bir idareyi isteyen partiye, çağdaş görünümlü  kadınların aday adayı olmak için müracaat ettikleri, karmakarışık ve sıkıntılı günlerden geçiyoruz.

Hangi yöne gittiğimize lütfen sizler karar verin.
Benim bu duruma verebileceğim tek ad var; Tefessüh yani kokuşmuşluk


Sayın Sevim Tanüreki, rahmet ve saygıyla anıyorum..

Sağlık ve başarı dileklerimle   21 Mart 2011

Not;26 Mart Cumartesi günkü yürüyüşümüze 5 gün kaldı. Lütfen hepimiz çevremizi uyarmaya ve yürüyüşe katılıma  davete devam edelim.
26 Mart Saat 13.30 da, İzmir-Kıbrısşehitleri Caddesi Tansaş önünde buluşacağız.
Adil ve doğru yargılanma, özgürlük, hukuk devleti ve gerçek demokrasi için yürüyeceğiz.  Şanlı Türk Bayraklarınızı da getirin, alem İzmiri bir kez daha görsün.



22.03.2011

Mart 05, 2011

Özeleştiri

Geç kaldık.   Aslında çok önce haykırmalıydık tepkimizi...
İlk gazeteci içeri alındığında yürümeliydik ağzımızda susturulmuşluğun simgesi kara bantlarla...
İlk köşe yazarı kovulduğunda, hepimiz kovulmuşçasına boş çıkmalıydı köşelerimiz...
Greve gitmeliydik, ekranımız karartıldığında, genel yayın yönetmenimiz alındığında...
Vergi memurları ilk teftişe geldiğinde tezgâhı görüp bağıra çağıra teşhir etmeliydik.
Medya yöneticileri, “Şu haberi görmeyin”, “O adamı çıkarmayın”, “Bu işi büyütmeyin” telefonları gelmeye başladığında “Çevirdiğiniz numaraya ulaşılamıyor” sinyali göndermeliydi.
Birimizin evi basıldığında, yayın yönetmeninden çaycısına, muhabirinden yazarına hepimiz kapı önünde karşı durmalıydık.
Tutuklananın suçluluğuna inanıyor olsak bile hiç değilse “Herkes için tutuksuz yargılanma hakkı“nda uzlaşabilmeliydik.
* * *
Tabii bunu yapacak güçte olabilmek için, kendi içimizde hesaplaşmamızı tamamlamış olmalıydık.
Basında tekelleşmeye ilkin biz karşı çıkmalıydık; daha sonra tekelleşmeye karşı çıkma bahanesi ile kendi tekellerini yaratanlara fırsat vermeden...
Nefret söylemini ilk biz mahkûm etmeliydik ki, sonra onu bahane edip çullanmasınlar üzerimize...
Aramızda iktidar oyununu sevenler vardı; darbecilerle düşüp kalkanlar, gazeteciliği politik hırsına kalkan yapanlar, kalemini şantaj için kullananlar... Onları başta biz kınayıp dışlamalıydık ki, bugünkü sindirme kampanyasına bahane olmasınlar.
Şimdi “Canım onların da vardır bi arızası” diyenlerle, “Kendimi savcının yerine koyuyorum da” diye lafa girenlerle en baştan hesaplaşmalıydık.
Orada da geç kaldık.
* * *
Bugün, basın tarihinin en büyük el değiştirme operasyonu, büyük bir tasfiyeyi de beraberinde getiriyor.
12 Eylül’den bu yana görmediğimiz çapta siyasi, idari, mali, adli baskı altındayız.
Basının en çok kıstırıldığı dönemlerde bile hep güçlü bir muhalif basın vardı. Bugünse, son muhalifler de tehlikede...
Her daim iktidara kafa tutmuş gazetelerin birinci sayfasına bakmaya utanıyoruz.
Bir gün muhalif bir yazarın köşesinin elinden alındığını öğreniyoruz; ertesi gün muhalif bir gazetecinin “örgüt üyeliği” gibi muğlak bir suçlamayla içeri alındığını...
Başbakan, “Bağımsız mahkemelerin kararı” diyor; “Yargının işini kolaylaştırmamız” gerektiğini söylüyor.
Partisi için kapatma davası açıldığında ne diyordu:
“Bu, bir yargı darbesidir.”
O zaman niye karar veren hâkimleri rahat bırakmamıştık?
Çünkü amaç “bağımsız yargı” değildi; “bize bağımlı yargı”ydı.
Tıpkı son operasyonun asıl amacının Ergenekon’u tasfiye filan değil, kendi Ergenekon’unu inşa olduğu gibi...

* * *
Ama geç de olsa nihayet dün, bıçağın kemiğe dayandığı yerde buluştuk ve yürüdük baskıların üstüne; ağzımızda susturulmuşluğun simgesi kara bantlar, elimizde hapsedilmişliğin simgesi kırık kalemlerle...
Bunca zaman tek bir konuda bir araya gelememiş yüzlerce gazeteci, nihayet mesleki dayanışmanın, meslektaşına sahip çıkmanın bilincine vardı. Yürüyüşün sonunda ağzındaki bantları çözüp “Susma, sustukça sıra sana gelecek” dedi.
Şimdi de bizim için “Kalemler süngü, kameralar miğfer”di.

Mart 04, 2011

Atatürk, Tayyip, Marmaray!

Yunan ordusu 1921’de Polatlı’ya kadar ilerlemişti. Polatlı’daki Yunan ordusunun top sesleri Ankara’da duyuluyordu. Başkent, düştü düşecekti. Bakanlıkların kağnılarla Kayseri’ye taşınmalarına başlanmıştı.
O ortamda Mustafa Kemal Paşa Milli Eğitim Bakanı’na bir “hars müdürlüğü” kurması talimatını verdi. Bakanlığın topu topu 17 memuru vardı. Dört memur, Galip Bey’in yönetiminde “Kültür Müdürlüğü’nü” kurarak Ankara içinde ve çevresinde, sağdan soldan eski eser toplayıp bir müze kurmaya başladı. Olacak iş miydi bu? Bir yandan başkent boşaltılıyor, bir yandan da müze kuruluyordu! Gel de şaşırma!
Ama Atatürk ileri görüşüyle her şeyin bilincindeydi… Yunan ordusunu stratejik olarak Anadolu içlerine çekmekte, taktik olarak da kentin boşaltıldığı havasını vermekteydi. Düşmanı yeneceğini biliyordu.
Düşmanı yenmek, ülkeden kovmak yeterli değildi. Sonraki yıllarda, “Bir ülkeyi tam olarak sahiplenmek için yalnızca onun sınırlarını güvenliğe kavuşturmak değil, ülkenin kültürel, tarihsel ve dinsel mirasına da sahip çıkmak gerekir” diyecekti. O savaş koşullarında bile Atatürk “tarihsel mirası” ihmal etmiyordu.
Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin kapısındaki basit levhada kuruluş tarihi “1921” yazılıdır.
***
Dünyada hiçbir kent, birden fazla iki ayrı imparatorluğun başkenti olmamıştır. Oysa İstanbul, dört ayrı imparatorluğu başkent olarak taçlandırmıştır. Roma, Bizans, Latin, Osmanlı...
İki kıtayı bağlayacak “Marmaray” ulaşım sistemi uluslararası finans ortamına açılınca Japonlar devreye girip yaklaşık 1 milyar dolarlık kredi ile yapımı yüklendiler. Tek koşulları vardı:
“Tünel inşaatının geçeceği yoldan, önce arkeologlar UNESCO gözetiminde gidecek, onların oluru sağlandıktan sonra inşaat aşamalı sürecek!”
Bakû-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı gündeme gelince, projeyi yüklenen uluslararası konsorsiyumun da tek koşulu vardı:
“Önce yol boyunca arkeologlar ve sosyologlar gidecek. Yol boyunda yerleşim bölgeleri ya da arkeolojik alanlar varsa, gereken kurtarma çalışmaları yapılacak, gerekirse güzergâhta sapmalar yapılacak.”
Ilısu Barajı’nı İngiliz, İsviçre, Avusturya firmaları finanse edip yapacaklardı. Karşılarına Hasankeyf çıkınca yapımdan çekildiler.
Allianoi Barajı’nda yabancı parmağı yoktu. Ne oldu? AKP’nin Çevre ve Kültür bakanlarınca verilen olurlarla bu ünlü Roma ve Osmanlı kaplıcası önce kumla örtüldü, sonra sularla boğuldu! Keşke Allianoi’de de yabancı parmağı olsaydı, AKP’li bakanlara emanet edilmeseydi! Türkiye, 1999’da “Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi’ne” imza koymamış mıydı?
***
İstanbul’un en eski yerleşiminin günümüzden 2700 yıl öncesine kadar gittiği, 1973’te Arkeoloji Müzeleri’nin ek bina inşaatında çıkan buluntularla saptanmıştı.
Marmaray inşaatı başladığında, Asya’da, Üsküdar’da ve Avrupa’da Yenikapı’da önemli arkeolojik buluntular mantar gibi biter olunca, çalışmalar yoğunlaştırıldı. Üsküdar’da 4.5 dönümlük bir alanda Hrysapolis kenti bulundu!
Günümüzde Yenikapı olarak bilinen, adını Roma imparatorundan alan “1. Theodosius Limanı’nın” varlığı antik belgelerinden bilinmekteydi. Zamanla liman dolarak bugünkü durumuna dönüşmüştü.
Marmaray da buradan geçtiği için arkeolojik çalışmalar da Yenikapı’da yoğunlaştı. 58 dönümlük bir alanda günde 3 vardiya halinde yüzlerce arkeolog, jeolog, botanikçi, mühendisin yanı sıra 600 işçi, deniz seviyesinin altında kaldığı için çamurda güç koşullarda çalıştılar. Her kazmada tarihin, bilimin bir sayfası aydınlandı. Kazıların yalnızca arkeolojik bağlantılı olduğu inancı yıkıldı.
Jeologlar, deprem bölgesi olan İstanbul’da bu noktada İÖ 553’te bir “tsunami” saptadılar. Marmara’nın iki boğazla iki denize açılmadan önce bir göl olduğu kanısı kesinleşti. Zoologlar, gerek kara, gerek deniz bağlantılı çok çeşitli hayvanların varlığını belirlediler.
Kazılarda İstanbul’un tarihi geçmişi altüst oldu. Kentin tarihinin 2700 yıl öncesine değil 8500 yıl öncesine gittiği saptandı. Marmara, bir göl iken bu noktadaki “neolitik (cilalı taş)” döneminde bir köy yerleşmesine de ulaşıldı.
Dünyada en erken teknenin 5000 yıl önce yapıldığı olgusu yıkıldı. 8400 yıllık ahşap kürekler bulundu. O dönem insanının kullandığı ahşaptan ve kemikten araçlar ele geçti.
Aralarında biri kargo, beşi savaş gemisi olmak üzere İS 5-11. yy’dan kalma, şimdilik, 35 ahşap tekne ve çeşitli yük kalıntıları koruma altına alındı. Denizde değil, üstelik karada bulunmuş bu tekneler bile Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin görkemini aşıyor.
İS 2-3. yy’dan çeşitli fildişi heykelcikler, ağırlıklar, kilisecikler, değişik yapılar, sikkeler, takılar bu görkeme önemli katkıda bulunuyor.
***
Tüm tekne ve buluntular Yenikapı’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce yapılacak “Arkeopark ve Müze”de sergilenecek. 8 Kasım’da imzalanan bir anlaşma ile bu alanda yapılacak çalışmalar sürüyor.
Atina’daki metro inşaatı sırasında da benzeri durumla, üstelik Yenikapı kadar kapsamlı olmayan bir durumla karşılaşılmıştı. Buluntuların bazıları metro istasyonlarında sergileniyor. Roma metro inşaatı da yıllardır arkeolojik kazılara bağımlılığını sürdürüyor.
***
Marmaray kazılarını destekleyen İstanbul Büyükkent Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “İstanbul’un kültürel mirası daha da zenginleşti. Burası tarihsel açıdan çok zengin bir alan… Yaklaşık 11 bin kadar bulgu var!” diyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, arkeologlara ve emeği geçenlere teşekkür ettikten sonra şöyle demişti: “Buradaki bulgular, İstanbul’un tarihini çok eskilere götürdüğü gibi insanlık tarihinde de çok önemli sayfalar açıyor. İnanıyorum ki bu çalışmalarla çok canlı bir müze ortaya çıkacak. İnsanlar binlerce yılın içerisinden geçecekler. Bu sadece Türkiye tarihi için değil, yabancılar için de çok büyük bir cazibe merkezi olacak. Herkesin beğenisini kazanacak büyük bir eser kazandırılıyor.”
“Ucube heykelden” sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta Marmaray konusunda da şu sözleri yumurtladı: “Ciddi engellerle karşılaştık. Arkeolojik engeller projeyi ciddi anlamda etkiledi. Sürekli yok arkeolojik şey, yok çanak çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı. Arık engel mengel tanımıyoruz!”
Bu sözler çeşitli tepkiler çekti. Arkeologlar Derneği’nin İstanbul Şubesi de bu sözlere ilişkin bir açıklama yayımladı. Her nedense derneğin merkezi Ankara’dan ve bu kazıların başındaki Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dan çıt çıkmadı. “Ucube heykelden” sonra ağzının payını almış olmalı ki 12 Haziran sonrasındaki milletvekilliğini korumak için artık konuşmuyor!
“Dünyada her ulus, icraatına tahammül ettiği hükümetin sorumluluğuna ortak sayılır!” diyen Atatürk, ileri görüşü ile tarihe “devlet adamı” diye geçti! Ya Tayyip Efendi?